Pages

December 31, 2009

hala delft'te

1. delft'te çatışma: bir haftadır sürekli patlama sesleri geliyordu gece gündüz demeden.. bugün sabahtan beridir bir çatışmanın ortasındayım. kedileri dışarı salamıyoruz. terör tüm yurdu sarmış durumda. ya darbe oldu ya iç savaş çıktı. ya da yeni yıl geliyor ve çocukların harçlığı bol. bakkallar da sorumsuz biraz.
0. delft'te şüphe: daniel dennet'in zihin için şöyle bir modeli var, kabaca ifade edildikte: içinde olduğumuz dünya ve kendimiz hakkında beyin paralel bir hesaplama faaliyeti ile her an pek çok alternatif taslak oluşturuyor, ve bu alternatiflerden belirli bir anda uygun olanları seçiliyor ve bir adet sürekli (hem zamansal hem görsel -hem diğer duyusal- anlamlarda sürekli) anlatı oluşturulageliyor. içinde bulunulan parçacıl gerçeklik ve süregitmekte olan paralel ve dağınık hesaplamalardan bir adet ben yaşantısı üretiliyor ve biz zihnimizde bunu yaşıyoruz. (bkz consciousness explained, d.c.dennet) şimdi bu kitapta mesela şöyle bir delil vardı, hatırladığım: her iki gözümüzde birer kör nokta var. ve bu kör noktalar herhangi birşey görmüyorlar. aslında gözümüzde herhangi bir mevki bu kör noktaların yerine görüyor değil. kör noktaların görmesi gereken yerleri aslında görmüyoruz. ama gözümüzü dimdik karşıda bir noktaya kitleyip dimdirek baktığımızda bile görüşümüzde iki adet boş nokta olduğunun farkında olmuyoruz. bu noktayı okuyucuya iyice anlatmak için dennet kitabına bir çizim koymuş. çizime belirli bir mesafeden baktığımızda o belirli noktalara yerleştirilmiş iki adet işaret görüşümüzden çıkıyor. ama görüşümüz bize hala deliksiz geliyor. başka bir yazısında dennet diyor ki (hangi yazısıydı o ya) zihin elindeki veriden olabildiğince tutarlı ve boşluksuz bir yaşantı üretmek için elinden geleni yapıyor.
-1. [çok komik :[ ] delft'te şüphe -1+i: [daha da komik :p]
ben de kendi kendime soruyorum: tamam yaşantının öykülenmesi bu şekilde gerçekleşsin, sorun değil, de acaba, durmadan anlatıp konuşup durduğum [durdun mu durmadın mı?][çok komik :[ ] konularda, yani kurageldiğim öykülerde de böyle boşluklar var mı.. yani varsa nereden bilebilirdim ki acaba, nebileyim kuramsal olsun, yaşamsal olsun, muhabbetle ilgili olsun herhangi bir öyküyü oluştururken eksik kısımları keyfi biçimde dolduran bir zihnin komplesiyle mi karşı karşıyayım... yoksa biliyorum da mı konuşuyorum.. bir kısmını biliyorum da gerisini keyfi biçimde dolduruyor muyum.. ne kadar keyfi biçimde dolduruyorum... insan bildiğini nerden bilir ki? hani bildiğini bilir, bir histir bu, ama ertesi anda "haa o öyle değildi sonra da şöyle olmuştu" dediği de çok olmamış mıdır?
delft'te taşınmak X={x1,x2, ..., xn}: benim bir eve taşınmam haber değil, belki evin bana taşınması haberdir. ben hep taşınıyorum, bugün yarın yarından sonra, evden eve evden eve.. neyseki artık aslında taşınmıyorum, artık hep aynı yerdeyim. bundan sonra böyle. taşınıp duruyorum ama fazla yeni ev fotoğrafım yok, eski fotoğraflarım geçerli hala onlara tekrar tekrar taşındım, rahatım, yazacak çok şey var.... yok yazacak çok şey olması haber değil, olanların çoğunu yazsam? bünye çılgın gibi çalışıyor, çalışmadığında duvarda tavanda asılı duruyor, bünye mutlu. bünye çok ferah. sakin. bunlar haber mi?
delft'te
1. tosun paşa 2. şabanoğlu şaban 3. süt kardeşler:
iki önceki evimde bu hollandalı kardeşlere bir türk sineması gecesi yapayım mı diye düşündümdü, sonra baktım tehlikeli, bünye meselesi... film falan izliyorum arada..
delft'te tezek: havalar ısındı ısınalı bir tezek kokusu güneylerden doğru geliyordu, hafta sonu evin arkasındaki mahallelere gidip bir tetkik ettim, kuzular koyunlar çayırlara yayılmış, zaten çimenler karların altından yemyeşil çıktı, o da yetmedi kendi kendine laleler açıyor kanal boylarında... çayırların gerekli yerleri sürülmüş, bazı noktalarda da tezek yığınları var. arka mahalle köymüş... içinden de kanallar gidiyor, düz düz de gitmiyor bir idil havasında, salkım söğütler sulara uzanıyor, güneşler sulardan sekiyor masmavi falan.. [aslında baya çamurlu ama güneşte masmavi görünüyor] milletin evinin yanında iskeleciği var kanosunu kayığını bağlamış.... ya o dar kanallardan baya yatlar gelmiş, yat parkı var.. şurda ya! marina gibi, yatları karaya çekmişler duruyor... ellerini iki yana açar "n'oluyosun hollandalı?" dersin, bu kadar mağrur olma, bu kadar keyifli yerlerde yaşama...
delft'te tıraş: aslında delft'te tıraş olamadım, burda unisex kapsalon olgusu beni korkuttu, her ne kadar türk berberinden ölesiye şikayetçiysem de burdakiler saçımı stil yapar diye korkunca ben gurbetçi ev arkadaşımdan türk berberlerinin adresini alarak den haag'daki göçmen mahallesinin yolunu tutup kendimi "altın makas"lara teslim ettim... burdaki türklerin işletme isimleri 40 yıl önceden kalmış. "maça kızı bar" bile var. bi de helal marketle kafi şop yanyana.. temiz bir tıraş olmadan önce yarım saat kadar star'daki izdivaç programını izledim, islami gurbetçi dergilerine göz attım... türkiye bildiğiniz gibi (sorarsanız yani), burdaki cemaat de belki türk haklı kendi başına özgür kalırsa (yani devlet yakasından düşerse) nereye gidecekmiş onu örnekliyor olabilir...
delft'te bu da bahar değilse...: eldivenlerimi yiyeceğim. kışlık olanları. burda bahar ağır ağır geliyor. tomurcuklar orda iki aydır sabırla bekliyorlar. açmıyorlar, açmıyorlar, açmıyorlar... hava ısınınca, öyle açıyorlar...


delft'ten dönüş: ben dönüyorum. 11 adet ay geçti. iyi geçti.
delft'te yaz: delft'te bahar havai fişek gösterisi gibi (idi). her gün başka bir ağaç farklı bir renkte çiçeklerle patlıyor, ertesi gün sönüyor gibi (idi). yaz o kadar şatafatlı değil. zaman zaman sıcak zaman zaman serin oluyor. insanlar kanallarda göllerde yüzüyor ya da güneşleniyorlar. her an orda burda bir etkinlik bir festival bir konser... ülkenin keyfi hiç azalmıyor. barlarda, kafelerde, ya da evlerin önlerinde, arkalarında, ya da parti için kapatılmış sokak aralarında hararetli muhabbetler kesilmiyor. efenim kendileri, hollandalılar, dünyanın en mutlu halkları arasındalarmış. ama burda sadece hollandalılar değil enternasyonaller de keyifli. ülke keyifli. insan soruyor durmadan (nassınısattımını) madem böyle bir ülke kurmak mümkündü, biz ne demeye öyle bir ülke şeyetmişiz orda, sizin orda? madem güzel bir ülke ve iyi işleyen bir sistem kurup mutlu olmak mümkündü, bizim ülkemiz niye insanlarını mutsuz etmek üzere kurulmuş? şimdi ordan başlasak bu tarafa doğru koşturmaya, bu boylama kaç ışık yılında varacağız? insan sararıyor soluyor (yaz yaprağı misali efenim). hani burda kalmayı istiyor değilim. dönme vakti geldiği için de çok mutluyum. ne de olsa siz ordasınız, siz olmayınca da burların tadı tam çıkmıyor. ama bizim oralar niye burası gibi olmasınmış... niye...
delft'te beyaz geceler: akşamüstü çıkıyorum bisikletle gezmeye.. kimse yok ortalıkta.. şaşırıyorum her seferinde.. sonra saati hatırlıyorum. akşamüstü değil gece 10. en uzun günlerinde akşam 22 gibi oluyordu, hava 23 gibi anca kararıyordu. hala da nerdeyse öyle.. en kısa zamanlarında da, kışın yani, aslında öyle fazla kısalmadı günler. eh adamlar ışıksızlıktan bunalıma girmiyorlar, ışın bolluğuna alışıyorlar yazın, o yüzden çok etkileniyorlar belki? ışık bol ve dramatik burda. bu kış çok güneşli bir kış idi. bahar ve yaz da yaşandı gayet güzel. bu evlerin güzel teraslarına, ya da kanal kenarlarına sıralanan arka bahçelerine, ya da parklardaki dev ağaçların altlarına kurulacak rakı sofraları ile...
delft'te hollanda: sanki döndükten sonra da sürekli burayı anlatacakmışım gibi, sanki çok büyük olaylar yaşamışım gibi, sanki anlat anlat bitmeyecek maceralar falan.. ama pek anlatmam belki, zaten büyük olaylar yaşamadım.
delft'te dünya kupası: ara sıra orda burda öten vuvuzelalar.. hollanda maç kazandıkça bu düzenli hayatlarında bir taşkınlık yapma olasılığının cezbesine kapılan ergen grupları, holigana benzeyemeyen kızlı erkekli kalabalıklar, atlı polisler, atların bokları.. neyse en sonunda ben de uykumdan bir anda silkindim ve gözucuylan bile bakmadığım bu kupanın finalini şu turuncu milletin arasında izleyeyim diyerek meydana indim. bütün barlar büyük ekranlarını dışarıya çıkarmışlar her yer tıklım tıklım her barın etrafında turuncu bir güruh ayakta ekranlara bakmakta, ben de işte bi o mekanın dışında bi bu mekanın dışında maçı izledim. sıkıcı bir maçtı. maç bozuldukça hollandalının da keyfi kaçtı. devre arasında eğlenmeye başladılar. maç başlayınca yine duruldular. eskii ev sahibem sophia'yı gördüm, o da avustralya'daki babası için tarihi olayları fotoğraflamaktaymış. yeni ev sahibim nuri'yi gördüm, mekandan mekana gidiyorlardı. kasabamızda sıradan bir gece, sıradışı bir turuncu hakimiyeti. bayrakla araları yok deniyor ama hanedanın bayrağıyla araları iyi.
delft'te oranjların wilyamı: bu arada wilyam of oranj'ın türbesi gerçekten de delft'teymiş. çelenk koymak isteyen olursa.. gittim gördüm. iki tane heykeli var bir baldakenin altında. bi tanesi kilisenin merkezine doğru gayet laubali bir biçimde oturmuş, tam bir ağa. öbürü arkasında yatağında yatıyor, ayağında terlikler, terliklere bir köpek dayanmış uyuyor. ölmüş adamcağız.
delft'te rotterdam yolu: en sonunda geçen sonbaharda hazırladığım haritalarımı alıp yola koyuldum. ana yolun batısında kalan bisiklet hattı gerçekten çok güzel, tarlaların arasından ve bir seri parktan geçip schiedam'a varıyor. burda eski liman, değirmenler, eski sokaklar binalar var, güzel bir yer, rotterdam'da da tarihi mekanlar varmış. sonra kentin merkezinden dolaşıp kuzey doğu tarafındaki göller ve tarlalar üzerinden döndüm. çok keyifli mekanlar. göllerde yelkenliler geziyordu.

December 6, 2009

delft'te

1. delft'te sinterklaas:
bizim bildiğimiz noel baba'yı üretmek için bizim bildiğimiz demre'de kilisesi olan aziz nikolas'ı, noel baba denen ama hediye dağıtmayan bir ingiliz karakteriyle birleştirmek gerekiyor. aziz nikolas'ın duç versiyonu ispanya'dan her yıl kendi doğum gününde, 5 aralıkta geliyor, ikinci dünya savaşından önce sadece bir yardımcısı varmış, adı peter, kendisi arap, bunları eski germanik inanışlarla oldukça başarılı biçimde açıklıyorlar, neyse işte adamcağız kara ve komik yardımcılarıyla gelip kanaldan geçti, ben de kahvemi alıp evin yakınındaki kanala kadar bir zahmet ettim göreyim diye... biriki gün delft'in meydanında çocukları kabul etti, yardımcıları dilekleri kaydettiler, biriki tane piet ortalıkta dolaşıyordu bugün bile... şu anki ev arkadaşlarım bir sinterklaas lotaryası düzenlediler, şiirler yazıldı, ucuzdan hediyeler alındı (çin sağolsun ucuzdan hediyeler beya afili olabiliyor artık), geleneksel yemekler ve kekler pişti, biraz içim bayıldı şeker, kek, anason ve zencefil kokusundan ama gelenek işte... ve geleneksel sinterklaas şarkıları.. eğlenceli bir gelenek, ikinci dünya savaşı ertesinle ama kuvvetli ilgisi var böyle yoğun kutlanmasının... yoğun kutlanıyor evet.
(bunlar da sinterklaas şiirlerim, haykularım, haykolarım koanlarım, zevklen okuyun mümkünse... kendime iki adet uzaktan kumanda aldım, yani sint beni duymuş da almış..)

2. delft'te cittaslow:
bir pazar günü, giyindim kuşandım, cittaslow görmeye gittim. hava güneşliydi, ama karşıdan fena rüzgar esiyordu fena.. neyse yokuş
çıkar gibi ağır ağır ilerledim, yavaş kente yaklaştıkça yukarki manzarayla karşılaşılıyor. rotterdam'a on dakka mesafede, avrupa'nın en büyük limanının yanında cittaslow olmak istanbul'un yanındaki cennet olmaya benziyor.
haklarını yemiyeyim, bir yerde, burlarda gördüğüm her yer, hatta büyük kentler bile, cittaslow. yüksek hayat kalitesi. beğeniyorum doğrusu, zevkle yaşıyoruz. [bizde de seferihisar var, cittaslow imiş, tevekkeli etrafındaki her yere 20 kere gittim de ordan geçmedim, çıkmaz sokak mı idi ne?]


3.delft'te teletabilerin inine girmek:
işte burada tabitostlarını yiyiyorlardı sayın okuyucular!

4. delft'te ışık: insan gelmeden önce şöyle düşünüyor: burası bu kadar kuzeyde ya, karanlık olacak tatsız olacak.. hani güneşin öğlbe vakti batacak gibi durması bir tuhaf ama, ama.. sürekli bir akşamüstü güneşi var ve ışık bir şahane doğrusu, hele bir de bulutlar aralanırsa kanalların ve tarlaların arasında keyifle dolanıyorum...bulutlar da aralanıyor, şimdilik... panik yapmaya değer bir durum yok henüz...

5. delft'te yılbaşı çiçeği:
burada edindiğim bir arkadaşım yeni ev hediyesi olarak getirdi bunu.. edindiğim her arkadaş taşındığım her ev için bir çiçek getirirse küçük bir sera kiralamam gerekir.. (burda öyle seralar var, bir tarlaya seracıkları doldurmuşlar, kiralıyorsun, keyif işte) ama zaten edindiğim her arkadaşı öyle tam edinemiyorum şüphesiz ben......



6. delft'te fesat: kendimi sürekli "ama siz de böyle böyle yaptınız.." türünden hollandalıları suçlamak isterken buluyorum. epiy de öyküler yazdım, güzel ve serin ışıklarda kanalların yancağızlarında yürürken... onları niye ve nasıl şuçlayabileceğimi falan çalıştım, şekillendirdim, zor da bir iş değil, tabi aynı ilkeler üzerinden osmanlı ve bütün diğer miraslar yüzünden onlar da beni suçlayabilir ama ben onu onların yerine yaptım zaten, ondan mı acaba.. onlara cumhuriyet'ten ve erken modernden bahsediyorum da bunlar külliyen bihaber olduklarından mı sadece dinliyorlar? ortada bir hava oluşuyor: "ya sizin oralar öyle mi? bizim buralar başka türlü." gibilerinden.. bir yandan insan "ya sizin ülke de aynı şeyleri yaptı 60 yıl önce iki ülkenin zihniyet açısından pek farkı yoktu" falan diye konuşmak istiyor, sonra işin öbürsü yanını düşünüyor: "ya herifler de orlardan falan geçmiş olabilirler de, geçmişler gelmişler.." güzel ülke kurmuşlar, ferah ruhlar, makul zihniyet... biz niye takılmakta ısrarcıyız prehistorik hassasiyetlerimize ve saçmalıklarımıza? (ama bunların da kraliçesi var canım!!?)
7. delft'te kuğular: ilk olarak, burda gerçek kuğu (ya da kaz irisi mi?) var. hakkaten büyük insan üstüne binip kanallarda gezebilirmiş gibi.. burda başka kuşlar da var. sulak alan olunca insan evinin önünde acaypi acayip kuşlarla hemhal olabiliyor. bir de bu kuğular var. çünkü, neden olmasın. tam hollandiyaya göre işte. bu milletin güzel bir yanı var, kuullukla (iskandinavlara atfedilen) ya da katı özenle (almanlara atfedilen) ya da ağırabilikle (bizde pek sevilir) kafayı bozmamışlar, rahatlar ya... evet bu doğru. bir zevk bir özen her yanda var, ama bir tevazu ve sadelik ve bir ortahallilik tonu taşıyor. kanala kuğu koyabiliyorsun, güzel duruyor ve bizde kendini küçük düşürmek (koskoca adam çık çık çık..) anlamına gelen davranışlar burda sadece keyifli..

8. delft'te yıkım: bu binayı yıkıyorlar. altın rengi camlarına bakıyordum geliş gidiş... güzel görünüyordu. docomomo hollandiya uyuyor mu? mimarlar odası wilyam of oranj'ın anıtına çelenk bırakmayacak mı?
şurası bir gerçek, inşa etmeyi seviyorlar. yıkmayı yenilemeyi düzeltmeyi başka şey inşa etmeyi...
9. delft'te yol inşaatı: inşaat mı yapıyorlar? bir yeri geçici olarak kullanıma mı kapatıyorlar? bi zahmet alternatif bir yol açıyorlar orda, güvenlik önlemlerini falan da alıyorlar... burda da biri biraz eğlenmiş :]

10. delft'te keyifler: anlaşılıyordur sanıyorum, burda geçirmekte olduğum vakitten oldukça memnunum... tabi bünyenin nereye gitse yanında taşıdığı arızaları var... ama arızalar için de yaşlıyız artık bünye. iyiyiz bünye boşver, hafifiz.
11. delft'te yeni yıl: önce "ne kadar donuk bir yıl oldu" diye düşündüm. demek ki bu yılın üzerimde bıraktığı genel izlenim bu. sonra detaya girince gördüm ki donuk olmak bir yana inanılmaz hareketli bir yıl olmuş. ama donuktu. ne kadar çok şey oldu aslında.. ne kadar çok yer değiştirdim.. ertelediğim ya da görmezden geldiğim ne kadar çok mevzuya el attım... donuktu ama... ne zaman bir heyecanlansam onda da ağzımın payını aldım. erimiş tereyağı yavaş yavaş donuyor ya, onun gibi... tabi bünyenin temel faaliyeti sürekli olarak durum değerlendirmesi yapmaktır. yapıyor efenim durduramıyoruz. anlayıp idrak etmeye çalışıyoruz. ama bundan sonra darbeler, muhtıralar, eylem planları olmayacak. bünyeyi kendisine teslim ediyoruz. onun dünyada iş görmek için kendisine göre yolları vardı. ilk başladığımızda. her ne kadar bir milyon denyoluk barındırsa ve halinden bir türlü hoşnut olamasa da belki bünyenin başka türlü işlemesi mümkün değildi. zaten artık bunları düşünmek için biraz geç oldu. yeni yıldan bir beklentim yok. hayat sürüp gidiyor işte. bünyenin beklentileri ama tümüyle tükenmiş değil. o götürüyor biz naçar takip ediyoruz.
12. delft'te ev ve ev arkadaşlığı kurumu: delft'te ilk gecelerimi geçirdiğim o güzel evde kalıyorum 1,5 aydır. ama evdeki toplulukla ilişkilerim bir türlü normalleşemedi tatlılaşamadı, hatta artık yoğun duç kullanımı koşullarında iyicene koptu. hani sorun mu var denirse yok, bilakis.. sistem bu zaten, herkesin ayrı bir alanı var, gerekirse tümüyle izole oluyorsun, kavga gürültü yok. ayrıca görüyorum ki insan bir yerde ana dili bilmeyince her ne kadar birebir münasebetler kurabilse de, sosyal olaylara dahil olması kolay değil... bu evle birlikte yanyana dizilen üç ev bir tek yaşama grubu oluşturuyor. 25-30 kişi eder.. zaman zaman ortak etkinlikler oluyor, katılıyorum, yani orada oluyorum da çok katılamıyorum... şimdi ben bu evde geçiciyim, bir aylık daha kontratım var. bu arada onlar da yeni kalıcı ev arkadaşlarını arıyorlar (ya bırakın durayım yaza kadar) burada ev arkadaşı seçmek için bir "instemming" kurumu var (ben bu kurumu bypass edip geldim. başka türlü de olmazdı zaten.) çok manalı duruyor aslında. birlikte yaşayacağın insanı seçiyorsun. farklı türleri var. şu anki evimde her talip ile ayrı ayrı iki kere akşam yemeği yeniyor.. ondan sonra konuşuyorlar ideal ev arkadaşımız mı diye.. benim gözlemlediğim kadarıyla bu geceler evdeki en neşeli geceler oluyor. herkes kendinden bahsediyor ve bu zanaati yıllardır sürdürdükleri için gelişkin öyküleri var. bana da sordular "ders çalışıyorum bi de tırmanıyorum" diyebildim... şu ana kadar gördüğüm taliplerin her biri en azından evdeki herkes kadar düzgün tiplerdi.. ama hiçbirinin üzerinde anlaşamadılar.. nihayet birinin olmayacağı konusunda anlaşmışlar. çok da tatlı bir insandı, ben de merak edip sordum, "bazılarımız onun yanında kendilerini rahat hissedemiyor ve gerçek benliklerini sergileyemiyorlardı" yanıtını aldım. iyi ki ben instemminge gelmedim beni sopayla kovalarlarmış, gerçek benlikleri ha? şimdi, bu instemming kurumunda çok makul bir yan var tekrar ediyorum, ama beni rahatsız eden bişeyler de var, anlatması zor... benim evdeki yaşantım da "biri bizi gözetliyor" ile "yemekteyiz"i birleştiren yeni bir şov konsepti gibi.. neyse en azından sokağa atmadılar, ev rahat, odam güzel.
13. delft'te türk mutfağı: yazdan beridir "ya bu vejeteryan arkadaşları bizim mutfakla tanıştırayım mesut olsunlar" diye diye içimde şişen bütün yemekleri pişirdim nieuwelaan'da (bizim evin kod adı oluyor). sorun şu ki artık durdurulamıyorum. yakında elime oklavayı alıp börek açacağım gibi görünüyor. en azından hazır mantılık makarna gördüm, mantı yapacağım o kesin*. evde kendime hayatta yapmadığım mücverinden tutun zeytinyağlı lahana sarmasına, mercimek köftesinden tahinli piyazına nebileyim kısırından yayla çorbasına menümde yok yok... şekerpare yaptım ya... şimdi ne var bunlarda bunlar kolay işler demeyin, bunların çoğunun tarifini önceden bilmiyordum. şimdi prosedür şöyle gelişiyor, aklıma bir yemek geliyor. internete bakıp bir tarif buluyorum. ilk soru şu, malzemeler kolayca bulunuyor mu.. bulmakta zorlandığm malzemeler en basit en temel olanları, salça gibi.. bir süre markette orda burda malzemeler var mı diye bakmakla geçiyor.. olmazsa ortadoğu marketine ya da türk marketine gidiyorum, tabi yemek on kişilik piştiği için fiyat da önemli. fizibilite çalışmasından sonra menümü netleştirip yemek şkecılında uygun bir tarihi "ben pişiriyorum" diye işaretliyorum. o günü o yemeğe ayırıyorum artık. on kişiye iki üç çeşit pişirmek baya vakit alıyor. ama kafa da tertemiz oluyor doğrusu. bu aralar delft'teki en ferah faaliyetim bu.
*sonradan not: şaka maka elime oklavayı aldım, mantıyı açtım, ayrıca yeşil mercimekle bir nevi vejeteryan makarna varyasyonu ürettim, yetinmedim yörüklerden görüp hatırladığım kadarıyla bi de tahinli ballı katmer açtım (o tam olmadı ama).. güzel oldu ya, damağım bayram etti..
14. delft'te duç mutfağı: hollanda mutfağının özünde biraz fazla sade hatta tatsız olduğu konusunda genel bir kanı var. ama uzun bir sömürge ve ticaret geleneği ve şimdi de azınlıklar sayesinde aslında dünya mutfağı ve değişik lezzetlerle tanışıklıkları var. arkadaşlardan duyduğuma göre yeni yeni (külütürün her yanına sinmiş bulunan kalvinist sadelikten silkinip) daha az tatsız hatta lezzetli yemek pişirmek yolunda bir gayret yaygınlaşmış, ben de şahit oluyorum. patatesi pirinci makarnayı sebzeyi falan tümüyle yağsız tuzsuz pişirebiliyorlar. sonra bir sos hazırlıyorlar. bu sosta yok yok. çoğu zaman pek ne neyle iyi gider diye bir düşünmek de yok. ondan sonra hepsini karıştırıyorsun. karıştırmazsan alttaki tatsız karbonhidrat kaynağını tatmaktan kurtulamıyorsun. karıştırırsan oldukça farklı ve çeşitli lezzetler tadıyorsun. sırf sebze ve soya ürünleri kullandıklarında lezzetli pişirmeyi pek bilmiyorlar. ama peynirdi et ürünleriydi onları katarlarsa güzel oluyor. şikayetçi değilim. okulda ise düzgün yemek çıkıyor. onun için de yabancı öğrenciler bastırmış (imza toplamışlar galiba).

December 4, 2009

bunları ben yapmadım (başka sorumlu bulun)

dg dgwallpaper dgwkr
dgwkr dgwkr dgwkr
dgwkr dgwkr dgwkr
dgwkr dgwkr dgwkr

oh be! design games ile içimiz
açıldı. parıl parıl
parlak renkler!

(gerisi burda)

dgwke dgwke dgwke dgwke dgwke dgwke dgwke dgwke dgwke
design games ile monitörleriniz daha da karanlık! 125x75 piksellik monitörleriniz mi var? [hesap makinesi?] çok mu fazla? kaç tane? hepsi için
wallpaper mi lazım? bir göz atın bakalım, bizde herkese göre bişeyler olması lazım, ordaydı yaa...

dgdib dgdbi
dgdib dgdib
dgdib dgdib
(design games'in desktop ikonları
var, değiştirir değiştirir kullanır) (burda)
dgikdgikdgikdgikdgikdgikdgikdgikdgikdgikdgikdgikdgikdgikdgikdgikdgikdgikdgikdgik
bu yolda düşürülen kurşunlar bırakılan şehitler burda

dgw dgw dgw dgw dgw dgw dgw dgw dgw
monitörü büyükçene olanlar için böyle çeşitlerimiz var, bakınız..
dgwtdgwt
:: bu seriyi
design games
sizler için
seçti

[n'oluyor
burda
!?biri
bu kepazeliği açıklasın
!!?]